[Olur da bu sıkıcı film üzerine yazılan daha sıkıcı bu yazıyı okuyacak olursanız ilk önce sessiz sakin - kendinizle kaldığını bir vakitte - şu şarkıyı dinlerseniz iyi olur fena olmaz. İlhan İrem - Yeraltından Fısıltılar]
--- (filme dair spoiler içermez) ---
...
Öznel bir üretimin bir başkası tarafından
yine öznel bir yorumu olabilir. Eleştirisi ise -çok zor- olur. Bu yazı; öznel bir üretimin yine bir başkası tarafından
öznel yorumunun üzerine benim kişisel akıl yürütmemdir. Çünkü şuna inanıyorum
ki; “kişisel” olan aynı zamanda toplumsal olandır ve benim kendimi
belirleyişimde aldığım kararlar aynı zamanda etrafımdakileri de belirler.
Kendimden başkası olamayacağım gerçeği de ancak ve ancak tüm yolları deneyip yeraltına iyice yaklaştıkça fark edebileceğim bir
hakikat olduğuna göre kişinin kendini sevmesinden başka çaresi yoktur.
Bir
mecburiyet yoluyla kendini sevme yolunu seçmiş insan , vücudunda bir kanser
gibi yayıldığının her an farkında olduğu varoluşu
ile artık barışmayı , mutluluk ve sevgi gibi temel gereksinimleri olan insansal
duygularına ek olarak korku ve açlık gibi hayvansal korkularını da göz ardı
edemeyişinden gelen orta yolu bulma çabası söz konusu insanda; mutluluk, sevgi,
korku ve açlık kavramlarının yer yer iyice iç içe geçmesine , ancak korku ile
duyabileceği bir sevgi ve doyumsuz bir
mutluluk anlayaşı olarak geri
döner. ( imla olarak yerle bir olan bu
paragrafı tek solukta okumanız tavsiye olunur çünkü, demek istediklerimi
kelimelerle ifade etmek sanırım mümkün olmadı. Ama yine de ayrı ayrı olmasa da
bir bütün olarak bu paragraf bazılarına
bir şeyler ifade edecektir.)
Söz konusu filmle alakalı ve yer yer alakasız
olarak ilerleyen bu yazımda, özellikle ikinci paragrafta fark ettiğim bir
gerçek, film hakkında da bir başka gerçeği daha iyi anlamama yardımcı oldu. Eğer ki insanın ne olduğuna dair bir şeyler
anlatmak istiyorsanız. Bunu kendinizden bağımsız ve diğerlerinin sizi onlara
bağımlı kılacak kurallarını alt etmeden yapmanız pek de mümkün değil. Bence bu
yüzden Yeraltı’nda yer yer bu zorlukları aşma çabasından
kaynaklanan aksaklıkları görüyoruz. ( bur bir eleştiri değildir. Aksine filmi
beğenmemi sağlayan iç dinamiklerden biri) Çünkü, ben -kişisel olarak- bir
filmde tıpkı insanın kendi çıkmazlarında olduğu gibi , filmin gidişatında var olabilecek
bu tutarsızlıkları ve çoğu izleyici tarafından büyük bir hata olarak görülebilecek
çoğu şeyi filmin yaratıcısının da tıpkı filmin baş karakteri Muharrem gibi bir
karakter olabileceğini de göz onunda bulundurarak; yani filmi yaratıcısının
kusurları ile bir görerek kendi içimde haklı çıkarıyorum.
Kelimeleri bir araya getirip cümlelere, bu
cümleleri de bir sıraya koyup paragraflara dönüştürme çabası tıpkı bir filmin
ard arda sıralanmış sahnelerinden farksız. Kendinden başkasına da kendini
anlatma çabası filmde de gördüğümüz gibi yer yer dış seslere gereksinim
duyuyor.( dış ses, söz konusu yazı olunca,burada olduğu gibi parantez olarak
kendini gösterir ) Tabi bu dış sesler olmasa nasıl olurdu kestirmek zor ama
bunun da yine yönetmenin müthiş bir anlaşılma korkusunun ürünü olduğunu unutmamak
gerekiyor. Öyle ya da böyle Zeki Demirkubuz gerçeği her şeyin üzerinde tutmak
için kendi egoları ile devamlı savaş halinde olan bir yönetmen. Tabi ki, bu
savaşta bazen galip gelecek bazen de yenilecek.
Yeraltından çıkıyoruz..
Kısacası, bu
film Zeki Demirkubuz deyince , ilk olarak ” Abi Masumiyet, Kader süper ya.” Diye cevap verenlerin ( ki ben de bu filmleri çok seviyorum ve
anlaşılacağı üzere burada olayın farklı bir yönünden bahsedeceğim. ) çok da
seveceği bir film değil okuduğum kadarıyla olmamışta. Bu iki filmin arabesk
altyapısından etkilenip kendilerine yakın bulmuş olanların seveceği türden bir
film değil Yeraltı. Çünkü; bu
filmlerin toplumda Orhan Gencebay
misali bir sempatisi ve kabul görmüşlüğü vardı. Fakat söz konusu Yazgı gibi toplumun genelinin uzak
olduğu duygular ya da Üçüncü Sayfa
gibi her zaman hor görülecek en alt
kültürün hikayeleri olunca aynı beğeni mümkün olmamıştı. Yeraltında da yine çoğumuzun pek düşünmek istemediği insana
dair duygular söz konusu. Tabi ki bir Dostoyevski hikayesinden de esinlenilmiş
olmasından ötürü.
Ek olarak;
Zeki Demirkubuz onu derinden etkileyen yönetmenlerden birinin Michael HANEKE
olduğundan artık bi yerlerde bahsetmeli. Filmin bir sahnesi ben de direk Der
Siebente Kontinent’e ait duygular uyandırdı -
görsel ve işitsel olarak- .
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder